Trombofili paneli, kanın pıhtılaşma eğilimini (trombofili) değerlendirmek amacıyla kullanılan bir grup kan testidir. Bu panelin temel amacı, kanın neden damar içinde normalden daha kolay veya aşırı pıhtı oluşturmaya yatkın olduğunu bilimsel olarak araştırmaktır. Vücudun pıhtılaşma (koagülasyon) sistemi karmaşık bir dengeye sahiptir; bu testler, bu hassas dengedeki potansiyel bozuklukları saptamaya odaklanır. Pıhtılaşma sorunlarının tespiti, özellikle tekrarlayan gebelik kayıpları veya tüp bebek tedavisi gibi süreçlerde altta yatan bir pıhtılaşma riskini anlamlandırmak açısından kritik bir rol oynayabilir.

Op. Dr. Ömer Melih Aygün
Kadın Doğum Uzmanı / Kıdemli Kısırlık Uzmanı
Türkiye Sağlık Bakanlığı’ndan sertifikalı infertilite uzmanı. 1997’den beri kadın hastalıkları ve doğum uzmanı. Özel tıpta yirmi yılı aşkın infertilite deneyimine sahip, tecrübeli infertilite uzmanı. 25 yıllık uluslararası iş deneyimi.
Son 9 yılda yaklaşık 15.000’den fazla yumurta toplama işlemi gerçekleştirdi.
İletişim ve problem çözme konusunda güçlü becerilere sahip, kendi kendini yöneten bir profesyonel. Fikir birliği oluşturma ve ekip çalışmasını teşvik etme konusunda iyi kişilerarası becerileri sahip.
Hakkımda İletişimPıhtılaşma eğilimi, yani trombofili nedir?
Vücudumuzun kanamayı durdurmak için pıhtı oluşturma yeteneği, hepimizi hayatta tutan mucizevi bir savunma mekanizmasıdır. Bir yerimiz kesildiğinde kanın durmasını bu sisteme borçluyuz. Ancak bu sistemdeki hassas denge bozulduğunda, kan damarların içinde, gereksiz yere veya aşırı miktarda pıhtı oluşturmaya başlar. İşte kanın pıhtılaşmaya normalden daha yatkın olduğu bu duruma trombofili veya halk arasında bilinen adıyla pıhtılaşma eğilimi denir.
Bu durum özellikle bacaklardaki derin toplardamarlarda (DVT) veya bu pıhtının kopup akciğere atmasıyla (Pulmoner Emboli) sonuçlanabilen ciddi bir sağlık sorunudur. Bu iki duruma birden venöz tromboemboli (VTE) denir ve trombofilinin en tehlikeli sonucudur.
Gebelik ve pıhtılaşma sistemi arasında nasıl bir ilişki var?
Gebelik, doğası gereği vücutta fizyolojik bir “pıhtılaşmaya eğilim” durumu yaratır. Bu aslında vücudun doğum sırasındaki olası ciddi kanama riskine karşı geliştirdiği evrimsel bir adaptasyondur. Gebelik boyunca, pıhtılaşmayı teşvik eden faktörler artar, pıhtılaşmayı doğal yoldan frenleyen proteinler (özellikle Protein S) azalır ve pıhtıyı eriten sistem yavaşlar.
Bu koruyucu mekanizma, hamile ve lohusa kadınları, hamile olmayanlara göre pıhtılaşma açısından 4-5 kat daha riskli hale getirir. Bu fizyolojik değişim kritik bir öneme sahiptir. Şöyle düşünün: Altta yatan kalıtsal bir trombofilisi (mesela Faktör V Leiden taşıyıcılığı) olan birçok kişi, hayatı boyunca hiçbir belirti yaşamayabilir. Ancak gebelik veya tüp bebek tedavisi gibi güçlü bir “ikinci bir uyaranla” karşılaştıklarında, bu iki faktör birleşerek pıhtı riskini klinik olarak tehlikeli bir seviyeye yükseltebilir. Trombofili “ilk vuruş” ise, gebelik “ikinci vuruş” etkisi yapar.
Bu testlerin zamanlaması neden bu kadar önemlidir?
Bu testlerden doğru sonuç alabilmek için ne zaman yapıldıkları hayati önem taşır. Testleri yanlış zamanda yapmak, tamamen yanlış tanılara ve gereksiz tedavilere yol açabilir.
Örneğin genetik testler (Faktör V Leiden veya Protrombin gibi) DNA’nızı incelediği için sonuçları hayat boyu değişmez. Bu testler gebeyken de ilaç kullanırken de pıhtı anında da yapılabilir; sonuç her zaman güvenilirdir.
Ancak işin rengi fonksiyonel testlerde (Protein S, Protein C, Antitrombin) ve APS testlerinde tamamen değişir. Vücudun doğal pıhtı önleyicilerinden olan Protein S, gebelik sırasında fizyolojik olarak yani doğal bir süreçle zaten düşer. Eğer testi bu dönemde yaparsak, normalde olmayan bir eksikliği varmış gibi “yalancı pozitif” bir sonuç alabiliriz. Benzer şekilde pıhtı önleyici ilaç (heparin, warfarin vb.) kullanırken veya akut bir pıhtı atağı sırasında da bu değerler güvenilir olmaz. Bu nedenle bu fonksiyonel testlerin ideal zamanlaması, gebelik dışında, pıhtı önleyici ilaç kullanmıyorken ve akut bir pıhtı olayından en az 3 ay sonrasıdır.
Antifosfolipid Sendromu (APS) testleri için ise altın kural “kalıcılıktır”. Basit bir enfeksiyon bile bu antikorların geçici olarak pozitif çıkmasına neden olabilir. APS tanısını koyabilmek için, pozitif çıkan bir testin en az 12 hafta sonra tekrar edilmesi ve pozitifliğin devam ettiğinin görülmesi şarttır. Sadece bir kez pozitif çıkması tanı koydurmaz.
Tüp bebek tedavisi pıhtılaşma riskini neden artırır?
Trombofilinin gebelik kaybı veya tutunma başarısızlığı üzerindeki rolü tartışmalı olsa da tüp bebek tedavisinin kendisi tarafından yaratılan pıhtılaşma riski tartışmasız ve nettir. Bu durum öncelikle anne adayının güvenliği ile ilgilidir.
Tüp bebek tedavisinde, çok sayıda yumurta elde etmek için kontrollü ovarian stimülasyon (COS), yani yumurtalıkların uyarılması protokolleri kullanılır. Bu tedavi, vücutta normalin çok çok üzerinde (suprafizyolojik) bir hormonal ortam yaratır. Özellikle yükselen östrojen seviyeleri pıhtılaşma sistemini yoğun bir şekilde aktive eder ve pıhtılaşmaya yatkınlığı artırır.
Bu tedaviye bağlı risk, tüp bebek tedavisinin en ciddi komplikasyonu olan Ovaryan Hiperstimülasyon Sendromu (OHSS) geliştiğinde kritik bir zirveye ulaşır. OHSS, damar geçirgenliğinin artması, karında ve akciğerlerde sıvı toplanması ve kanın yoğunlaşması (hemokonsantrasyon) ile karakterizedir. Bu durum hem toplardamarlarda hem de (nadiren) atardamarlarda pıhtı oluşma riskini 100 kata kadar artırabilir.
Bu açık ve mevcut tehlike, tüp bebek sürecinde trombofili panelinin kullanım amacını değiştirir. Panelin amacı, gebelik oranlarını tahmin etmekten veya iyileştirmekten çok, yumurtalıkları uyarıldığında veya OHSS geliştiğinde pıhtı açısından aşırı yüksek risk altına girecek hastaları belirlemek ve anne güvenliğini sağlamak haline gelir. Altta yatan bir trombofiliye sahip bir hastanın OHSS geliştirmesi, olağanüstü yüksek bir pıhtı riski yaratan o “iki vuruşlu” senaryonun en tehlikeli örneklerinden biridir.
Pıhtılaşma eğilimi tekrarlayan düşüklere neden olur mu?
Bu trombofilinin tipine göre cevabı değişen, çok önemli bir sorudur. Bilimsel kanıtlar bu konuda iki durumu birbirinden net bir şekilde ayırır.
- Edinilmiş Trombofili (Antifosfolipid Sendromu – APS)
- Kalıtsal Trombofili (Faktör V Leiden, Protrombin vb.)
Antifosfolipid Sendromu (APS) ile tekrarlayan gebelik kaybı arasındaki ilişki çok güçlü ve net olarak kanıtlanmıştır. Hatta bu sendromun tanı kriterlerinden biridir. Bu antikorların hem plasenta damarlarında küçük pıhtılara (mikrotromboz) neden olarak hem de plasentanın rahim duvarına yerleşmesini sağlayan trofoblast hücreleri üzerinde doğrudan iltihabi bir etki yaratarak gebelik kaybına yol açtığı düşünülmektedir.
Ancak iş kalıtsal trombofililere (Faktör V Leiden, Protrombin mutasyonu gibi) geldiğinde, kanıtlar çok daha zayıf ve tartışmalıdır. Bazı çalışmalar bu genetik mutasyonlar ile tekrarlayan düşükler arasında istatistiksel olarak küçük bir ilişki olduğunu gösterse de bu durumun mutlak riski çok düşüktür.
Daha da önemlisi, bu gruptaki en kritik bilgi şudur: Sadece kalıtsal trombofilisi olan (APS’si olmayan) ve tekrarlayan düşükleri bulunan kadınlarda, pıhtı önleyici tedavinin (aspirin veya kan sulandırıcı iğnelerin) düşükleri önlediğine ve canlı doğum oranlarını artırdığına dair güçlü bilimsel kanıtlar bulunmamaktadır. Bu nedenle büyük tıp rehberleri, sadece bu sebeple kalıtsal trombofili taraması yapılmasını veya tedavi başlanmasını önermemektedir.
Pıhtılaşma eğilimi embriyonun tutunmasını engeller mi?
Tekrarlayan implantasyon başarısızlığı (RIF), yani iyi kalitede embriyo transferlerine rağmen gebelik elde edilememesi, tüp bebek tedavisinin en zorlu alanlarından biridir. Trombofilinin buna neden olup olamayacağı uzun yıllardır araştırılmaktadır.
Ancak trombofiliyi RIF’e bağlayan kanıtlar, tekrarlayan düşüklere göre çok daha zayıf ve tutarsızdır. Bu alanda yapılan çalışmalarda ciddi bir çelişki göze çarpar: Geriye dönük (retrospektif) yapılan ve daha zayıf kalitede kabul edilen bazı çalışmalar bir ilişki olduğunu öne sürmüştür. Ancak hastaları ileriye dönük (prospektif) olarak takip eden ve daha güçlü bilimsel kanıt sağlayan kohort çalışmaları, kalıtsal veya edinilmiş herhangi bir trombofili türü ile embriyonun tutunma oranları veya canlı doğum oranları arasında anlamlı bir bağlantı göstermemiştir.
Daha güçlü çalışmaların bu ilişkiyi doğrulamaması, Amerikan Üreme Tıbbı Derneği (ASRM) gibi en büyük rehberlerin, sadece RIF endikasyonuyla rutin trombofili taraması yapılmasını önermemesinin ana nedenidir.
Tüp bebek tedavisi gören herkese trombofili paneli yapılmalı mı?
Bu sorunun cevabı, kanıtlara dayalı tıp ışığında net bir Hayır’dır.
Tüp bebek tedavisine başlayan her çifte veya her infertilite hastasına rutin bir trombofili paneli taraması yapılması önerilmemektedir. Bu yaklaşım “herkese aynı tedaviyi uygulama” mantığıdır ve modern tıpta yeri yoktur. Herkese test yapmak yerine, testi gerçekten kimin ihtiyacı olduğuna odaklanan “seçici bir tarama” stratejisi izlenmelidir.
Öyleyse, kimler trombofili testi yaptırmayı düşünmeli?
Test yapma kararı, sonucun klinik yönetimi, yani tedavi planımızı anlamlı bir şekilde değiştirip değiştirmeyeceğine göre verilir. Kapsamlı bir tıbbi öykü (anamnez) almak bu noktada kilit önemdedir. Testin öncelikli olarak önerildiği ve sonucun tedaviyi değiştirebileceği durumlar şunlardır:
APS (Antifosfolipid Sendromu) Paneli için:
- Üç veya daha fazla, art arda 10. haftadan önce yaşanan gebelik kaybı
- hafta veya sonrasında nedeni açıklanamayan bir veya daha fazla bebek ölümü
- Şiddetli gebelik zehirlenmesi (preeklampsi) veya plasental yetmezlik nedeniyle 34. hafta öncesi erken doğum öyküsü
Tam Trombofili Paneli (Kalıtsal + Edinilmiş) İçin:
- Kişinin kendisinde, özellikle nedeni bilinmeyen (provoke edilmemiş) bir pıhtı (VTE) öyküsü
- Kişinin kendisinde, doğum kontrol hapı veya gebelik gibi östrojenle tetiklenmiş bir pıhtı öyküsü
- Birinci derece akrabada (anne, baba, kardeş) bilinen yüksek riskli bir kalıtsal trombofili tanısı (örn. Antitrombin eksikliği, homozigot FVL)
Trombofili saptanırsa hangi tedaviler uygulanır?
Tüp bebek ve gebelik sürecinde kullandığımız temel pıhtı önleyici (antitrombotik) ajanlar iki tanedir.
- Düşük molekül ağırlıklı heparin (LMWH – “kan sulandırıcı iğne”)
- Düşük doz aspirin (LDA)
LMWH, gebelikte tercih edilen ana antikoagülandır (kan sulandırıcı). En önemli özelliği, plasenta bariyerini geçmemesi ve bu sayede bebeğe ulaşmamasıdır. Etkisi daha öngörülebilir ve kullanımı, eski tip heparinlere göre çok daha kolay ve güvenlidir. Aspirin ise daha çok trombosit adı verilen pıhtılaşma hücrelerinin kümelenmesini engelleyerek etki gösterir.
Tedavideki asıl amaç nedir? Bebeğin tutunması mı, annenin korunması mı?
Bu tüm konunun belki de en kritik ve en önemli ayrım noktasıdır. Pıhtı önleyici tedaviye başlarken, bu ilaçları neden kullandığımızı net bir şekilde ayırmamız gerekir. Tedavinin iki farklı ve birbiriyle karıştırılmaması gereken amacı vardır:
AMAÇ 1: Gebelik Sonuçlarını İyileştirmek (Canlı Doğum Oranını Artırmak)
Bu amaçla tedavinin işe yaradığı kanıtlanmış tek bir senaryo vardır:
- Kanıtlanmış Obstetrik Antifosfolipid Sendromu (APS)
Bu hastalar, tekrarlayan gebelik kaybı öyküsü olan ve 12 hafta arayla doğrulanmış APS test pozitifliği olan kişilerdir. Bu özel grupta, düşük doz aspirin ve LMWH (iğne) tedavisinin canlı doğum oranlarını anlamlı ölçüde artırdığı güçlü bilimsel çalışmalarla net olarak kanıtlanmıştır.
AMAÇ 2: Anneyi Korumak (Pıhtılaşmayı Önlemek)
Burada amaç doğurganlığı artırmak değil yüksek riskli bir durumda annenin sağlığını ve hayatını pıhtıdan korumaktır. Bu tedavi şu durumlarda uygulanır:
- Kişisel pıhtı (VTE) öyküsü olanlar (Gebelik ve tüp bebek, yeni bir pıhtı için yüksek risk yaratır)
- Yüksek riskli kalıtsal trombofilisi (örn. homozigot FVL, Antitrombin eksikliği) bilinenler
- Ovaryan Hiperstimülasyon Sendromu (OHSS) gelişen hastalar
Bu kritik ayrım çok önemlidir. Nedeni açıklanamayan düşükleri olan veya sadece heterozigot Faktör V Leiden gibi düşük riskli bir kalıtsal trombofilisi saptanan kadınlarda, “gebeliğe yardımcı olmak” amacıyla kan sulandırıcı tedavi kullanılması önerilmemektedir. Çünkü çalışmalar bu tedavilerin bu gruplarda canlı doğum oranlarını artırmadığını göstermiştir. Tedaviyi sadece gerçekten fayda görecek kişilere saklamak, gereksiz ilaç kullanımının önüne geçer.
OHSS gelişirse pıhtı riski için ne yapılır?
Orta ila şiddetli OHSS, pıhtı riskini normalin 100 katına kadar çıkarabilen ciddi bir durumdur. Bu bir tüp bebek tedavisi komplikasyonudur ve anne güvenliği açısından birincil öncelik haline gelir.
OHSS tanısı konulduğu anda, hastanın altta yatan başka bir trombofili öyküsü olmasa bile, annenin güvenliği için koruyucu dozda LMWH (kan sulandırıcı iğne) başlanması şiddetle tavsiye edilir. Eğer bu tedavi siklusunda gebelik elde edilirse, pıhtı riskinin en yüksek olduğu dönem olan ilk trimesteri (ilk üç ay) kapsayacak şekilde tedaviye devam edilir. Buradaki tek hedef, tedaviye bağlı gelişen bu ciddi komplikasyon sırasında anneyi tehlikeli bir pıhtı atağından korumaktır.
